Anlat İstanbul.

foto:pinterest

“Beni böyle kabul et. Olduğum gibi. Karmaşık duygularımla, dağınıklığımla, daldan dala konuşumla. Yüksek sesle gülüşümden, çığlık çığlığa ağlayışımdan nefret etme. Mavi gözlerimin içine bak, ne zaman kızsan. Zamanını çaldığımda beni sevdiğin anları hatırla. Bir rakı içelim boğazımdan her çıkana hayransın bilirim ya da gel dondurma yiyelim bebeğimde. İstiklal’e gidelim derdim ama tadı yok hiç. İki yakamı bir araya getiremiyorum artık çokça zaman. Ama unutma hiçbir zaman, görmüş geçirmiş ruhumu serdim ayaklarına, bir kuleden gözledim seni Galata’da. Kıyılarımı açtım yollarına, koşarak hep yanıma gel diye. Zor zaptedildim her zaman, surlarımla anlatmaya çalıştım sınırlarımı. Kabul, dağıldım biraz sağa sola. Ama sen, hiç mi suçun yok? Karman çorman olurken ben, neredeydin sen? “

Evde kaybolmak

Sınıftan çıktım. Elimde geçen dersten kalan tost ve çaydan arta kalanlar. “Anneeeee kapıyı kapat!” Kapattım, nereye gideceğimi unuttum bir an. Önce elimdekileri bırakmalıyım. Mutfağa gittim, hah hatırladım, bulaşık makinesi boşalacaktı. Ama önce dur, on dakika içinde meditasyon dersi var. Koştum zoom’un başına. Hay bin kunduz bağlanmıyor. Bu bağlanmaya çalışırken, çamaşırları atayım. Yok yok ona girersem, mesaiye gecikirim. Yemek için buzlukta ne var ne yok bakmalıyım arada, unutmayayım. 5 dakikada gelen mor uygulamadan sipariş mi versem?

Allahım tüm eklemlerim sızlıyor. Evin içinde yolumu kaybetmekten….

Kırlangıç Fırtınası

foto:pinterest

Yılın ilk yağmuru yağmıştı o gün. O çok heveslendiğimiz kır düğününü iyi ki yapmamışız diye düşündüm. Mekan ararken görüştüğümüz yetkililerden biri, tam o tarihte İstanbul için Kırlangıç Fırtınası zamanı… Dışarıda yapmanızı hiç tavsiye etmem demişti. İyi ki demiştim bir kez daha. Neyse ki, genelde sürprizlerle dolu İstanbul’un tahmin edilebilir fırtınaları vardı. Bir yandan gelin başım yapılırken gözüm penceredeydi. Konuklar nasıl gelecekler, sıkıntı çekecekler mi, abiye etekleri ıslanacak mı, saçları bozulacak mı, nereye park edecekler, çok yürüyecekler mi? Oysa bırak tadını çıkart di mi, her şeyi kontrol edemezsin. Topuzun gelin hali biterken yağmur epey hırslandı. Kuaförden yola çıktığımızda “İstanbul yağmurunda trafik” konulu adrenalin kaynağımız iş başındaydı. Sanki az adrenalin varmış gibi. Gün boyu onca zaman varken, nerdeyse kendi nikahımıza gecikecektik. Tam yola çıktık, Tarabya’dan sağa doğru sapacağız ki bir telefon. Dayımın Amerikalı eşi, ayakkabılarını bizim arabanın bagajında unutmuş. Geri döndük, ayakkabıları nasıl bıraktığımızı bilemedik. Tekrar Tarabya’dan yukarı çıkan sapağa geldiğimizde, trafik iyice sancılanmıştı artık. Dedim ki müstakbel eşime :”Hadi kavga edelim. Bu heyecana nasıl dayanacağız. Kavga edelim de oyalanalım bari.” Hiç kavga etmeyi bilmeyen ve beceremeyen iki kişiden bahsediyoruz bu arada. Sonunda vardık. Tam girişte de para koparmaya çalışan çocuklar yağmur misali yağmasın mı üstümüze? Vermesen, olmaz. İzdivaçın bereketi kaçar. Dağıttık küçük küçük katlanmış onluk yirmilikleri. Normalde araba sokulmayan yola girdik, özel günün sahipleri girebiliyordu oraya kadar. Şıpır şıpır yağmur altında tam kapının önüne kadar yanaştı süslenen süssüz sade arabımız. Yetişmiştik, gerçi annem hala gelemediğinden kız tarafı kapıda karşılama heyetinde yer alamamıştı. Soyunma odasında yanımıza gelen herkesten aynı şeyi duyduk nikah saatini beklerken “Bereketli olacak evliliğiniz bereketli.”

Çocukluk odam

Önce bir ranza vardı. Altlı üstlü komşuluk yaşadık kardeşimle uzun süre. Aşağıda olan yukarıdakini ayaklarıyla havaya kaldırmaya çalışırdı. Üstte yatan saçlarını sarkıtarak, aşağıya laf atardı. Başkentin ayaz kışlarında, babam uykuya geçmeden uğrar, kareli battaniyelerimizin kenarlarını iyice sokuştururdu yatağın altına. Bazen ışık söndükten sonra da sohbete, kıkırdaşmaya devam ederdik. Ne tablet, ne telefon hiçbir şey yoktu ki yorganın altında bakacak. Birbirimizi sohbetimizle rahatlatırdık uykudan önce. Konuşmaktan yorulunca, bir sessizlik başlardı odada. O zaman yan odadan gelen annemle babamın sohbetini dinlerdim. Günü değerlendirmelerini. Tek tük seçerdim kelimelerini, önemli değildi zaten ne dedikleri. Ninni gibi gelirdi.

Bi zaman sonra, ranzalar indi, iki köşeye yerleşti. İkisinin tepesine de kitap rafları geldi. İkimizin ayrı dünyaları, ayrı kitapları oldu bir süre. Genç kız ve çocuk. Sonra genç kız ve biraz daha büyük genç kız. Günlükler yazdık, ağladıklarımız, güldüklerimiz oldu bir odanın içinde. İsyanlarımız, kapı çarpmalarımız, kavgalarımız. Yeni kazağımı daha hiç giyemeden kaçırmasına kızdım ben, o benim televizyon açık uyumama ifrit oldu. Birbirimize ne kadar kızsak, ebeveynlere karşı ittifakımız hiç bozulmazdı. Dağ gibiydik birbirimizin arkasında. Bir odanın içinde iki gençlik hikayesi yazıldı. İç içe, bir o kadar kendine özgü. Farklı ama sımsıkı bir zincirin iki halkası. Günü gelince yeni yaşamlarda, yeni odalarda uyumaya geçtik. Ama hiç kalplerimizi ayırmadık. Çünkü bir odayı paylaşanlar için sadece bir oda değildir orası. Çocukluğun, gençliğin en lezzetli tanıklığıdır o dört duvar.

Ayıp olacak diye yaptıklarımız.

foto: pinterest.

Sabah bir online spor platformunda yanlışlıkla bir sınıfa girdim, üç beş kişi oldu. Hocayla selamlaştık. Başladıktan sonra bir anladım ki, bu benim gelmeyi amaçladığım sınıf değil, alt bacak açan bir yoga sınıfına girecekken başka bir yoga sınıfına girmişim. Selamlaştım ya bi de. Çıkamıyorum. Kaldım, yoga yaptım. Üç-beş kişi olduğu için sınıfı bırakıp çıkmaya utandım. Oysa ne var yani. Ay yanlış geldim de, pardon de, çık git. Ne kadar büyütüyoruz her şeyi. Ya da neler yapmaya devam ediyoruz ayıp olacak diye.

İyi ki vardın… İyi ki…

Şefkat! Evet evet şefkat… Onun ses tonunda, onun konuşmalarının içeriğinde, kitaplarında en çok bulduğum, bana en iyi gelen şey. Ana tema benim için şefkat. Konuşmak istediğim, içinde olmak istediğim, benimle konuşulsun istediğim ton. Şu an eski bir röportajını dinliyorum, hani o çok ünlü olan. Annesini anlattığı. Ve gözyaşlarımı tutamıyorum şu an yine. Az kalmışlar bir arada. Ama öyle bir anlatıyor ki, Anadolu kadının şefkati vardı diyor, şanslıydım diyor. Okuma yazması yokmuş mesela. Şefkat varmış ama şefkat.

Bir gün çocuklar kuş taşlarken, almış karşısına annesi: “Yavrııım, canın küçüğü büyüğü olur mu, can, yapma demiş” Hiç unutamamış öyle dediğini. Doğan Hoca, hepimizin hocası kalbimizi ısıttı, ısıtmaya devam edecek. Hem o, hem de o şefkatin tohumlarını eken anacağı nurlarda uyusunlar. Allah rahmet eylesin.

Kaptan kanca.

Ömrümüzün bir yerlerine takılıp kalan kancalar var ya. Bi’ cesaret söküp atamadıkça kalıyorlar saplandıkları yerde. Bazen unutulur gibi oluyor ama tak bir düşünce, bir olay al sana diyor, kancanı unuttun. Var mı kancaların senin de? Biri kalbine atılmış, biri böğrüne, biri ciğerine, biri vicdanına, ruhuna, biri rast gele bir yerlere… Benim var. Alıyorum bazen, çekiyorum saplandıkları yerden, kanatıyorum bazen. Naparsın? Olacak olan olur.

Sen ne yapıyorsun, kancalarınla? Bırakıyor musun olduğu yerde? Yoksa Şebnem Ferah’ın dediği gibi mayın tarlasında vurula vurula devam mı ediyorsun?

Ay bin kunduz.

“Mükremin abi epey sert indin ama iyi indirdin be! Geldik sonunda ayaaa ayaaaaa ayaooooo!”

“Valla geldik be! Mucize gibi bişey…”

“Ayağımızın tozuyla şurada bi mangal yapaydık iyiydi dermişiiiim.”

“Bana bak Musa, dünyadan dinliyorlar bizi, saçma sapan şakalar yapma.”

“Peki abiii, hadii geldik, şimdi ne yapacağız?”

“Hiiiiç geldik, gördük. Dönücez oluuum, ne yapıcaz başka.”

“Ne diyorsun, hemen mi, ay bin kunduz”

Yokuş aşağı giden okul yolu

Clare Allan (British, b.1966) / Swizzels Hill 2

’80’li yılların Ankarası. Daha çok karın yağdığı, Çankaya’nın üstüne çöken kapkara isin üzerine basmadığı, ‘temiz hava şehri’ diye pazarlanan bir semt. Çocukluğum. Kediler, kukalı saklambaçlar, dalyalar, istoplar, ilk aşkını yaşayan abiler, ablalar. Birbirini tanıyan, teklifsiz gidilen komşular.

Ve okuldan, eve giden dik yokuş. Buzlu, kaygan, riskli. Sırtımda dolu çanta, unutmamışım güzel yazı defterimi, o yüzden parmaklarıma cetvel yememişim. Sırf bu yüzden daha fazla yük sırtımda. Cetvel yemek istemeyen daha fazla yük taşıyor demek ki. Hımm, bak bak. Anlamlar, semboller.

O yokuştan aşağı inmek hiç zevkli değil. Çünkü altımda kızak yok, kaymak yok, karton bile yok. Eğlencesi olmayan bir risk. Kaya kaya apartmanın önüne varabilirsin, tepe taklak çakılabilirsin. Ve ucunda havucu yok. Pıtık pıtık yürüyorum mini minnacık ayaklarımla. O zaman ilkokul minikliğinde ayaklarım. Sonrasında da çok büyümedi zaten. Kaymamaya çalışıyorum, keşke annemin altı çivili lastiklerini geçirseydim botumun üstüne diye düşünüyorum, ya da naylon bir kadın çorabı. Ankaralılar bilir bunu.

Nedense o kaymamaya çalışan iki örgülü, küçük ayaklı kız kar her yağdığında, yağacağında çıkıyor derinlerden ve “aman ne var bu kadar sevinecek” diyor içinden.

Ama siz sevinin yine de.

Pandemi gibi.

Yürüyüşe çıktığımda enteresan şeyler görürüm. Çünkü enteresan şeyler görebilmek için etrafıma pür dikkat bakarım. İlçe sınırlarımızı geçemediğimiz şu günlerde değişik şeyler görmek için imkan ve mekan sınırlı çünkü.

Neyse, şu gördüğüm manzara bana tam da pandemiyi anlattı. Bazı şeyler çöktü hayatımızda. Puf. Havası söndü gitti. Önemi yok oldu. Yarattığı istek bitti. Bununla beraber, bazı şeyler yeşillendi, filizlendi, canlandı.

Tam da şu fotoğraftaki gibi bişey.