B-aşka bir şey…

Düşünüyorum da, aşkı ezberlenmiş dizelerde arayan çocuklardık eskiden. Anne/babasının ilgisini başkalarından kıskanan bir çocuk gibiydik. Merkezde olmak isterken kendi merkezimizden uzaktık. Tüyleri okşandıkça parlayan egosuyla yaşayan kediciklerdik. İstediğimiz olmayınca tırnaklarımız çıkardı, hırlardık. Tüylerimiz dik dik olurdu birbirimize… İstediğimiz olmayınca… Kendimize kızar, aşktan çıkarırdık acısını. Aşk acıdır, acıtır diye kalıplar öğretilmişti bize. Acıtmıyorsa aşk yok muydu? Acı varsa aşkın içinde neden mutlu olunamıyordu o zaman? Maşukla şımarmayı, aldıkça alayını istemeyi aşk sanan çocuklardık.

Oysa yalnızca kendinde olanı verebilirdi insan. Aşkı ekmeden, biçmeye çalışmak nafileydi. Aşkın suretini göremeyen, dönüp de aynaya bakmıyordu, niye göremiyorum diye. Niye kendine yanlış titreşimleri çektiğini sorgulamıyordu çocuk aşıklar…

Kendini sevmeyi bencillik sandık. Daha çok verdikçe sevileceğimize inandırıldık. Vermek sonuna kadardı, almasak da olurdu.Ya da hep alıp, hiç vermesek olur muydu? Aşk doğal halinde çok güzeldi de, çevresi kötüydü. Nazlanmayı kızlıktan, vurdumduymazlığı erkeklikten bildik. Rollerimizi ezberledik, sinema köşelerinde, dost meclislerinde, örnek ilişkilerde…Kendiliğinden olanı deneyimlemek gerekti oysa aşka aşk demek için.

İnişler çıkışlar canımızı sıktı. Melonkoliye yatkındık. Karamsarlığa ve umutsuzluğa kapılırdık sık sık. Oysa;

“Tamamen kusursuz ya da tamamen kusurlu bir dünya olsaydı sıkılırdık!” 

Her şeyin, karşılaştığımız herkesin bir nedeni vardı, bilemedik. Kızdık, öfkelendik, felek dedik. Her şey bizdendi bilemedik.

Ne zamanki büyüttük ruhumuzu, öz’den sevmeye başladık. Karşılaştığımızın değerini biliyorduk, çünkü kendimizi sever olmuştuk.

Ne zaman sevmeyi bilen olmaya niyet ettik, ne zaman dönüşüme meylettik, aşk da güzelleşti, bakan göz güzeli aradı, buldu.

Tek bir yerde de değil üstelik, gördüğü her yerde aşkı aradı gözbebekleri… Ortaçgil’in dediği gibi

“Herkes bir inancın peşinde, herkes militan, herkes fedai… Ama aşk var, bi’ tek aşk var… Kaf Dağı’nın ardına kaçsa bile aşk var, yatak çarşaflarına sıkışsa bile aşk var. Yalnız bir titreşim olsa, sade bir kıpırtı kalsa AŞK var.”

Aşk ruhun aşı… ‘ Aş’sız yaşanır mı? Beslenmeden büyütülür mü yürek?

Zaten aşk var bi’ tek gerçek olan… Bildiğin magazin programlarında gördüğünden değil ama b-aşka bir şey bu. Bir’den çokluğa açılan, hiç kimseyi dışında bırakmadığın…  Sıcak, yumuşak, ilahi…

B-aşk-a bir şey…

Görünmeyen sınırlar

Annem, paltonun altından görünen eteği, elbiseyi hiç beğenmez. Kafamda yer etmiştir bu. Ne zaman elbisem, paltomun altından bi milim bile gözükse, bu söz gelir aklıma. Bu sabah da elbisemi giydim, bir baktım paltomu bir santim geçmiş. Al bakalım.

Lakin takılmadım, giydim, yoluma devam ettim. Farkında olduğum, içime işlememiş bir detay olduğu için belki de…Düşünsenize, bu küçücük bir örnek.

Neler, sizin üzerine biçilmemiş ne fikirler üzerinize kalıyor. Farkında bile

olmadığımız cümleler, zevkler, düşünceler, korkular…

Bazıları işimize yarıyor, gerçekten. Hayatta kalmamızı, onların deneyimlerini, kendi yolumuza katmamızı sağlıyor.  Bazıları da bize ait olmayan yargılar içeriyor. Sanki açık denizde yüzmek varken, sağa sola ip gerilmiş bir kulvarda yüzmek gibi. Onu yapamazsın, bu sana yakışmaz, bu uygun değil…

Evren bir açık deniz… İstediğin yöne yüzebilirsin. İstersen geri geri… Bazen de dinlenmek istersin, sırtüstü takılırsın… Riskde alabilirsin, dalgalarda surf de yaparsın.

Bir sır vereyim mi? Kenardaki kulvarı oluşturan halatlar aslında yoklar… Sevgiyle, saygıyla, vefayla ilgisi yok hiçbirinin…fotoğraf[1]

Bir zamanlar güvenliğin için o kulvarı yapan herkese teşekkür edip, hayatı serbest stilde kulaçlamak güzel geliyor kulağa değil mi?

Bir elimde cımbız, bir elimde ayna…

Resim

Bir elimde cımbız bir elimde aynayla yaşıyorum. Sandığınız cımbızla ayna değil bunlar… Cımbızla beynimden kontrolsüzce geçen yargı, önyargı, sınırlandıran düşünceleri ayıklıyorum. Artık çok daha hızlı yakalıyorum onları. Uyanıklık ve ayma anlarım daha fazla çok şükür… Onları bulmak, hemen yakalamak, hah şimdi anladım bunu niye yaşamışım demek ilk adım, ikincisi de o faydasız, sınırlayıcı kalıpları değiştirmek. İlk adım önemli. O yüzden cımbız çok yararlı… Aslında şimdi düşünüyorum, cımbız kökten alıyor düşünceyi… Ama uyanık olmazsanız, yeniden çıkıyor, geldi mi yakalamanız lazım yani…

Eskiden hiç aymadan kafamdan geçtiklerinde, nasıl da inanırdım farkında olmadan kafamdan geçen yanılgılı, ekolu cümlelere. Kim bilir nerelerden getirdiğim, miras kalan, ya da kendi başıma edindiğim… Hah, işte burdaymış diye cımbızla çektiğim cümleler azaldıkça mutlu anlar çoğalıyor. Kafada dolanıp duran tilkilerin artık çok daha fazla boş vakti var.  Dolanacak pek bişey bulamayınca daha yaratıcı şeylere kafa yoruyorlar, keratalar…

İkinci vazgeçilmez objem de ayna. Kendimle konuştuğum, yakınlık kurduğum, barıştığım. Karşımdakinde gördüğüm, gördüğümdeki kördüğümü çözmeme yardım eden… Artık enteresan bir tepki, öfkeli biri, ya da hoşlandığım/hoşlanmadığım bir durumla karşılaştığımda neden bunu yaşıyorum şu an? Yaşamıma bunu niye çektim? diye soruyorum.

Aynayla samimi oldukça, kendimle yakınlaşıyorum, daha çok seviyorum. Çünkü daha çok şey paylaştığın insanları daha iyi anlarsın ya, o hesap…

Bir elimde  cımbız, bir elimde ayna… Hayat bana güzel 🙂

HAK’sız olmak…

Resim

İşte insanı yine sallayan, silkeleyen bir film. 12 yıllık esaret. Özgür bir adamken, kaçırılıp köle olarak satılan ve 12 yıl boyunca esaret yaşayan Solomon Northup’un gerçek hikayesi… Solomon, iki çocuğu, mutlu evliliği, müzisyen kimliğiyle özgür bir adam. Bir gün, kendini köle tüccarlarının elinde buluyor. Oradan oraya satılarak köle oluyor. Bir kez daha insanlığın nelerden geçtiğini hatılıyor insan filmde. Utanç basıyor yapılanların gerçek olduğunu düşününce… Kırbaçlar, yavrularından ayrılan analar, kendini beyaz olduğu için zulüm yapmada özgür sananlar… Bildiğimiz tarihin içinde yeni insan hikayeleri…

Hikayelerin içinde de düşündüren diyaloglar, yaşanan ikilemler saklı… Haksızlığın içinde ayakta kalabilmek, özgürlük için dayanabilmek, risk almak, bazen risk almaktan korkmak. Mecbur kalıp, kırbaç vuran olmak… Umutsuzluğunu unutup, umut verebilmek… İyi olan karakterin kötü olma potansiyeli, kötü gözükenin aşık olabilmesi… Herkesle aynı denizin içindeki bir balıkken, köleliğin haksızlığını efendinin yüzüne vuran bir beyaz olabilmek.

12 yıl sonra geri döndüğünde, ailesini  büyümüş bulan Solomon bana ne çok şey düşündürdü. Günümüzden, oradan, buradan…

Seyrederken şu cümle geçti aklımdan :

Haksızlık adı üstünde HAK’sız olanın yapabileceği bir şey. Nerede hak yoksa, orada hak-sızlık var.

Unutulmaz sahneleriyle 12 yıllık esaret izlenmeye değer.

Resim

Buldun mu cevabı?

fotoğraf[1]

Bazen bir olay yaşıyorum ya da ana fikri ortak sorunlar yaşayan insanlarla karşılaşıyorum. Soruyorum içimden, neden bunu yaşadım şimdi, ne öğrendim-? Ya da bu sorunu yaşayan insanlar bana ne anlatmak istiyor?

Kitaplar ya da birinin yazdığı iki kelime bana cevap olarak geliyor. Sorduğum sorunun cevabını altı çizilecek kelimeler olarak alıyorum. Sonra da niye yazmayı sevdiğimi, yazdığımı daha iyi anlıyorum. Benim yazdığım şeyler de belki birine cevap olarak yazılıyor. Önce kendime tabii, ama benim kadar ihtiyacı olan, o an, bu cevaba ulaşması gereken birine gidiyor belki cevap.

Çünkü hepimiz bir network gibiyiz şu hayatta. Hepimiz birimizin, birimiz hepimizin cevabıyız.

Teşekkür/Şükür

Teşekkürle başla güne. Teşekkürle başlayan her gün, teşekkür edecek bir sürü armağanı beraberinde getirir.

 

Şükür ve teşekkür enerjisi, çok temiz, çok duru, çok sıcaktır. Güzel şeyleri çeken bir mıknatıs gibidir. Tazeler, güzelleştirir, neşe ve keyif doludur. Teşekkür ettikçe, teşekkür edecek şeyler çoğalır. Bakın aşağıdaki su testine… 3 kavanoz alınmış, içlerine pirinç konup, üstüne su konulmuş. Birinciye her gün teşekkür edilmiş, ikinciye kötü sözler söylenmiş, üçüncü ise görmezden gelinmiş… Bakın bakalım neler olmuş? 

Teşekkürle kapatalım… Okuduğunuz için teşekkürler 🙂 

Seviyorum beni

Resim

 

Hepimiz bunu yapsak iyi olur. Kendimiz olmayı sevsek, ya da seveceğimiz birine dönüşsek. Çünkü olabileceğimiz bir başkası daha yok. Falanca kararı almışsın, zamanında şunu yapmışsın, yapmamışsın. Geçti, bitti. Her an sıfır kilometre. Bugün tüm pişmanlıkları, doğru ya da yanlış sandıklarını reset’le ve önüne bak. Hemen mi, şimdi mi diye şaşkın şaşkın durma öyle… Gerekiyorsa tövbe et, günah çıkart, sıfırla… 

Bugün yeni bir gün, yeni bir sen… Her günkü gibi. 

Dünkü sen, seni bugüne getirdi. Farkındalıklarını yarattı. Arada yine tökezlemeyecek misin, şaşırıp, korkmayacak mısın? Karanlıktan korkan bir çocuk gibi için titremeyecek mi? Büyüklerinin yanına koşmak isteyen küçük bir çocuk gibi hissetmeyecek misin? Olur elbet. Sonuçta yaşıyorsun… Çok şükür ki… Dua et, şükret, elindeki biricik ‘sen’i öp yanaklarından…

Ve onu sevdiğini söyle… 

İnat egodan gelir

Resim

Bir çocuk düşünün; annesi ona soruyor bir şeyler yemek ister misin tatlım? Hayııır! Otomatik olarak istediği değil, annesinin ona yedirmek istediği şeyi düşünüyor. Şiddetle reddetmeye devam ediyor. Sonra anne ortaya çocuğun çok sevdiği tatlıyı getiriyor. Çocuk bir kere hayır dedi ya, onu çok mutlu edecek tatlıyı yemeyi gururuna yediremiyor. Çünkü egosu kaybetmiş olacak bu durumda. Tatlıyı yemediğiyle kalıyor.

İşte bazen hayatla böyle inatlaşıyoruz. Hayır dediğimiz bir şeyi yapmış olmamak için direniyoruz.

Belki sonunda tatlı bekliyor olsa bile direndiğimiz için güzel bir deneyimi kaçırıyoruz. Bu bizim egomuzun sesi… O yüzden egoyu kaşıyacak, ona meydan okuyacak yargıları mümkün olduğunca bırakmak gerekiyor. Tabii önce farkına varmak lazım. Sonra gerçekten karşı çıkış nedeninizi bulmanız gerek. İnatlaşıyor musunuz, gerçekten ne istiyorsunuz?

Sırf kendi istediğiniz olsun diye direniyorsanız, egodasınız. Bunu da sevgiyle kabul edip, yollamak gerekiyor. Tatlıyı kaçırmak istemeyiz değil mi? ; ) Zaten çocuklara bakın, baştaki örnekte onlar tatlıyı görünce yumuşar, yavaş yavaş yanaşırlar. Çünkü onların egoları yetişkinler gibi katılaşmamıştır…

Neyse, bunu da yaşadım, fark ettim ki, yazıyorum…

Bol tatlılı günler… Sevgiler…

Aynadaki kelimeler

Aynadaki kelimeler

Dün bişey keşfettim. Hani aynayız ya biz, aslında her söylediğimiz bizden, karşımızda gördüğümüz şeyler bizim bir parçamız ya…
Yani bizim için söylenen her yargı cümlesi aslında söyleyene ait ya… Atasözü gibi, “kötü söz sahibine ait” ya hani…
Bunu biliriz ama yargı cümlesini duyduğumuzda da, bazen tüm bildiklerimizi unutur, kişisel alırız ya istemeden…

Hah o anlar için süper bir fikir geldi aklıma. O size (olmaz ya) ne gıcıksın diyor. Hemen tercüme edip, öznesini değiştirin kafanızda. Yani “Ne gıcığım” diyor aslında.

Sen biraz öfkelisin diyor mesela. “Ben öfkeliyim” dediğini hayal edin. Ohhhh, mis. Bırakın kendini tanımlasın, rahatlasın. Siz de…
Ondan sonra siz sağ, onlar selamet…

(Atasözlerinin bazıları gerçekten çok bilgece bu arada. Onları incelemeye devam etmeli. )