Peki şimdi nereye?

Lübnan’da müslüman ve hristiyanlardan oluşan bir köy. Beraberce barış içinde yaşamış insanlar… Ne zamanki köyün dışında olmaya başlayan kamplaşma ve çatışmalardan köy halkının haberi oluyor, köyün sakinliği bozuluyor. İtiş kakış başlıyor. Ama erkekler arasında. Kadınlar iki grubun arası bozulmasın diye ne planlar yapıyor ne planlar. İlgiyi başka yere çekmeye çalışmalar, Ukraynalı dansçılar getirmeler, kurabiyelerine sakinleştiriciler koymalar, hatta bazı büyük acıları saklamalar… Kadınların sağduyusuyla barış sağlanıyor. Şİir gibi bir film.

Araf

pinterest.

“Yaşamaya kaldığı yerden devam etmek için çok geç, gelecekten vazgeçmek için çok erkendi. Adam arafta kaldığı her gün, çatlak arasından sızacak günışığını bekliyordu. Ait hissetmediği bir zamanın ve coğrafyanın içine hapsolmuştu. Tanıdıklarını artık tanıyamıyor, bildiklerini bilmediğini anlıyordu. Yeşil çimenlerin arasında küçük bir uğurböceği buldu, parmağını uzattı, üzerine çıkmasına yardım etti. Ne garipti. İnsan uğuru bile zorla kendisine çekmeye çalışıyordu. Parmağında yürüseydi her şey değişir miydi? Bu şehir, tekrar eskisi gibi bakar mıydı gözlerine? Ya o tekrar aşık aşık bakar mıydı yedi tepesine… Ne zaman geçilmişti eşik, ne zaman bu kadar yabani kalmıştı kalabalığın içinde…? Derken uğur böceği uçtu.”

Albino Fil

İllüstrasyon: Beste Köker

ALBİNO FİL

ÖYKÜ/ KURGU

Farklılığa övgü düzen bir çağ bu. Oysa bilmez farksız olan, aynılığın konforunu. “Sıradanlığa baş kaldır! Herkesin gittiği yoldan gitme! Sürüden kop!”

Mesaj bombardımanı. Ya sürüden koptuğundaki yalnızlık? 

Ya sürünün ortasında bile parlayan, kamufle olamayan, saklanıp yok olamayan o farklılık? Zehirli bir sarmaşığa dolanmışsın gibi. O hep senin üzerinde. Seninle.

Grilerin ortasında, bembeyaz sırıtan olmak. Kolay mı? Griler doğru, sen hatalı. Defolu. Yan yanayken bile ayrık.

Bir gün annem arkasında sakladığı bir paketle girdi odaya. Dedi “Aç avuçlarını.”

Şeffaf küçük avuçlarımın içine bıraktı. Bembeyaz bir fil. Yanına bir de gri anne fili koydu. “Annesinin bitanesi o. Dolduramaz yerini hiç kimse. Dünya yansa yıkılsa hep sevecek onu unutma.”

Gri anne filin yanına beyaz yavrusunu yerleştirdim çalışma masasına. Beyaz bir çift güvercin kanadıydı ellerim, üzerlerine yerleştirdim çenemi. İkisini seyrettim uzun uzun. “Annesi onu çok, çok severmiş. Sen benim ca- ca- nımsın dermiş…” Şarkısını mırıldandım niyeyse. Burnumda mutfaktan gelen kıymalı yemek harcı kokusu. Fonda Pınar Abla’nın sesiyle çocuk radyosu. Bembeyaz iki örgüm, uçuşan beyaz kelebekler misali kirpiklerim ve ben. Sığındığım dünyam. Odam. Farklı olanların biricik limanı odaları. Bunu bilmez aynı olanlar. Birbirleriyle buluşup deşarj olurlar, aralarındaki ayrık otlarını ayıklayıp rahatlarlar.

Dışarı çıktığım zamanlar arkamdan seslendi hep çocuklar: “Yaşlı Nazlıııı, yaşlı Nazlııı” “Nineee, nineeee, gelsene bize…” “Baksanıza Nazlı, yaşlı nine olmuş, yedi yaşında. Hahhaaaa.”

Bir gün olsun görünmeden gidebilmek isterdim bakkala. Bana kalsa hiç çıkmazdım odadan. Annem aklınca beni kaynaştırmak için çocuklarla, bakkal çakkal bir bahane bulurdu beni yollayacak.

Oysa ben gri filime sarılıp öylece kalmak istiyordum içerde. O ve ben. Beni olduğu gibi seven. Her halimle. Renksizliğimle.

Okulda sormuştu bi keresinde öğretmen. Özel bir gücünüz olsa ne isterdiniz diye. “Görünmez olmak…” dedim. Hiç tereddüt bile etmedim. Annem bunu öğretmenden duyunca bana duyurmamaya çalışarak ağlamıştı için için. Benim duygusal filim.

Büyüdükçe uymak kolaylaştı sürüye. Kısacık kestim beyazlarımı. Gümüş pırıltılar kattım aralarına. Rimelledim beyaz kelebeklerimi. Hiç yazmadım yaptığım reklamlarda: “Sıradanlığa başkaldır, herkesin gittiği yoldan gitme” başlıklarını. Ruhumdaki renkleri çoğalttım, bedenime inat.

 ….

Güneş yakıyor bugün. Herkes dışarıda. Kırda bayırda. Bu ilk buluşma. Belki de yeni bir aşk. Diyemedim:  “Güneşte kalamam ki ben. Bakamam ki güneşe. Bir zar kadar ince, narin ve incinebilir tenim. Beni böyle kabul edebilir misin? Beni dünya yansa, yıkılsa sevecek olan gri filim olur musun?” diyemedim. Bekliyorum. Güneşteyim.   

Neler yaşadık neler

“Resmen insan alışıyor her şeye.” Trafikten yıllardır şikayet edip de, aylardır araba kullanmamaya, alışveriş merkezine gitmemeye, çocuğu okula göndermemeye, sabah telaşı yaşamamaya, temizlik yapmaya, kızarken susabilmeye, ya da kızdığında konuşabilmeye, büyümek değil de olgunlaşmak da alışmaya dahil. Dünyanın en tuhaf zamanlarını kendi dünyamızda uyutup, büyüttük valla. Helal olsun bize.

Dejavu

illustrasyon:Beste Köker

ÖYKÜ/ KURGU

Sokak karanlık. Birer birer ara yollardan arkalarına bakarak geliyor insanlar. İzlenip izlenmediklerinden emin olmak istiyorlar. Çıt bile çıkmasın diye ayaklarda lastik ayakkabılar. Fener yok, çakmak yok, telefonların ışığı yok. Maske var, korkuyla karışık bir cesaret, özlem var. Dikkat çekmekten korkan erkekler ve kadınlar.

Tarihi sinemanın önünde buluşuyorlar tek tek. Kapıda sessizce karşılıyor genç bir adam. Gelenlerin biletlerine bakıyor. Internetten satılan, şifreli biletlere.

Bir tüyün süzülmesini andırıyor hepsinin hareketleri. Kırılgan, ürkek, tedirgin.

Kadınla adam sokağın başında buluşuyor. Adam kadının avuçlarının içine maskeli dudaklarıyla bir öpücük konduruyor.  “Söz vermiştim sana. Birlikte sinemaya gideceğiz demiştim.”

“Şşşşt sessiz olalım.”

“Hadi, şu sokağın sonu.”

İlişki hayli yeni. Maalesef bir sinemaya bile izin vermemişti pandemi. Duyunca çok sevinmişlerdi bir sinefilin bu cesur eylemini. Nice sevgililerin ilk filmlerini seyrettiği tarihi salonun önündeydiler şimdi. Sahibi, salonu sinemayı çılgınca özleyenler için gizlice açmaya karar vermişti o gece. “Her yer açılıp açılıp kapanırken, neden sinemalar, salonlar böylesine öksüz? Filmlerin boynu bükük? Neden?” demişti röportaj verdiği bir yerde.  

Fuayeye alınan izleyiciler, çıt çıkartmaya bile çekinerek öylece beklediler. Patlamış mısır makinesi bile korka korka patlatıyordu. Mısır olmasa olmaz mıydı? Olmazdı. Sinefil sinema sahibi, özlenen atmosferi armağan etmek istiyordu gelenlere. Kadınla adam, iki orta boy mısır aldılar. Maskenin altından bikaç tane ağızlarına attılar. Ses çıkmasın diye nerdeyse çiğnemeden yuttular.

Sürpriz film başlarken, anons yoktu, sadece salonun girişinde yanıp sönen kırmızı ışık izleyicileri davet etti. Kimse hangi filmin çıkacağını bilmiyordu. Olsundu.

Herkes bir çocuğu uyandırmaktan korkarcasına yerlerine yerleşti. Kadınla adamın koltukları, ihtişamlı salonun oymalı duvarlarına yakın bir yerdeydi. Özlemle salonu incelediler tepeden tırnağa. Gelenlerin gözlerindeki heyecana baktılar, memnun oldular. Kadın adamın omzuna başını koydu. Adam kadının saçlarını okşadı.

Başını kaldırdı kadın aşkla, adamın gözbebeklerinde kendini aradı.

Filmde reklam yoktu tabii. Hemencecik jenerik başladı. Gözler özlemle beyazperdede buluştu. Kadın önce söyleyip söylememekte tereddüt etti. Akan isimlere, filmin adına baktı dikkatle. Ama saklayamadı içinde: “Ben bu filmi görmüştüm.”  

Üzülüyorum. Çok. İnsanın insanı yok edişine. Saymayışına, yaşam hakkına saygı duymayışına. Duruşuna, varlığına, inancına saldırışına. Oysa bu dünya hepimiz için. Herkese yeterdi, paylaşabilseydi eğer. En değerli şey yaşam, nefes, beraberce tekamül edebilmek. Bir arada ya da yalnız, böyle bir bir dünyayı düşleyebilmek. Güzelliği çoğaltmak, çocuklara gülücükler bırakabilmek. Başka ne var ki hayatta, daha çok istenecek? Üzülmemek mümkün mü? Dünyanın neresinde olursa olsun, nefret değil sevgi kazansın.

20 yaş çellıncı

“Girebilir miyim?”

“Gir tabii de sen kimsin? Yoksa???”

Kapıyı çalmak önemli o yaşta. Kapının çalınması. Hatırlıyorum. O yüzden çalarak giriyorum. Onunla konuşmak çok tuhaf. Hatırladığımdan ufak tefek. Oysa ben onu bu kadar zayıf bilmezdim. Habire yaptığı diyetleri hatırlıyorum da… Bir türlü aradığı kıyafeti bulamayışını, hoşnutsuzlukla dolabı yerle bir ettiğini, pantolonların sıkı, eteklerin kısa, elbiselerin dar geldiğini görür gibiyim hala. Ya da onun aynada öyle gördüğünü.

Ev haliyle oturmuş yatağının ucuna. Kucağında gitarı. Küskün bişeylere, yaralı. Kızmış kim bilir yine kime? Gerekli, gereksiz. Kim bilir ne kadar da saçma sapan bi şeye…

“Evet benim, 28 yıl sonranım senin.”

“Ooooo 28 yıl? Napıyorsun şimdi?”

“Büyüyorum hala…”

“Epey büyümüşsün.”

“Hımmm kötü bi şey mi dedin sen?” deyip gülümsüyorum.

“Yoo 48 yaş! Büyük yani…”

“Sana öyle geliyor. Geldiğin hiçbir yaş büyük olmayacak. Çok enteresan bir şey ama öyle. İnsan kendini hiç yaş almamış gibi hissediyor.

Peki, sen naapıyorsun burda tek başına?”

“Bilmem günün muhasebesini yapıyorum galiba.”

“Nasıl hesap defterin? Alacak mı kabarık, verecek mi?”

“Bilemiyorum, içinden çıkamıyorum. Öyle boşluktayım ki, ne yapacağım? Hep aynı yerde mi olacağım? İstediğim işi yapabilecek miyim? Sevecek, sevilecek miyim? Öyle upuzun, öyle belirsiz ki her şey? İp ucu verme şansın var mı? Yoksa yasak mı?”

“Ne bilmek istiyorsun?”

Gözlerinin içine bakıyorum. Saçları belinde. Bir süre sonra kısacık kestirecek ve kendini çok daha iyi hissedecek. Kendine yakışan tarzı bulacak en fazla 1-2 seneye. Gözüne yakışan makyajı. Sevdiği yazarı, şairi, kitabı…Kendini iyi hissettiği bir işe girecek. Sevecek sevilecek. Yolunda giden şeyler kadar üzen olaylar da olacak. Babasını kaybedecek birkaç sene içinde. Bu onu çok etkileyecek. Gelgitleri, üzüntüleri olacak, ama çılgınca eğlendiği zamanlar da gelecek. Dahası bir kızı olacak. Dünyalar kadar sevecek.

Ama sorarsa bunların hiçbirini söylemeyecek.

“Bilmem, yolunda mı her şey gelecekte? Onu söyle bari?”

“Her şey, her zaman yolunda. Sen geleceği düşünme. Yirmilerin tadını çıkart dostum, yirmilerin tadını çıkart.”

Grafiti

ÖYKÜ/Kurgu

Gece sisli. Rüzgar sinsi. Sokak ıssız. Sırt çantası sprey boyalarla dolu bir kız. Kafasında siyah bir maske. Sadece gözleri ortada. Sağı solu gözlüyor, tüm duyuları tetikte. Korku pusuda. Bir kedi çöp tenekesinden atladı. Çöpler dışarı saçıldı. Kola kutuları, bebek bezleri, kovit maskeleri. Kız yürüyor. Beşiktaş’ı tüketti, Karaköy’de sıra.

Göz koyduğu bir dükkan kepengi var. İstikamet Zamane Kahve.

Zaman onu tanımıyor. Renklerini kabul etmiyor. Ruhu belli belirsiz salınıyor havada. Başka bir dili konuşuyor uzmanlar, hayatta daha çok yıl harcayanlar. Kirlenen her şey yaralıyor onu. Gidemediği bir okulu var, okulun sahildeyken kenar bir semte taşınan binası. Güzel Sanatlar dediğinde vah vah diyen bakışlar. Sıkıldı, sıkıldı çok. İkiyüzlülükten, antik çağdan kalan itişmelerden, savaşların, kavgaların incittiklerinden, korkan büyüklerden, sesini yükseltemeyenlerden…

Çantasının askılarına sıkı sıkı yapışıyor. Boyalı parmakları, her renkten. Dün bir duvar bitirdi dev bir barış işareti. Gözler yapıyor kocaman. Uyansın istiyor şehir, uyansın dünya. Uyanmıyorsa yansın. Gece yarısından sabahın ilk ışıklarına çalışıyor. 

Sabah yeni bir manzaraya kalksın diye insanlar. Ruhunu döküyor duvarlara, kepenklere, kapılara. Püskürtüyor tüm renklerini. Ben de varım, hey! Ben de varım.

Zamane Kahve, çoktandır kapalı. Virüsler dışarıda, kahve korunaklı. Tadını alan yok kahvelerinin. Gri kepenkleri tozlu, puslu, küskün. Göz koyduğu kadar var. Renklenmesi lazım Zamane Kahve’nin. Yeter bu kadar gri kaldığı. Gülle gibi ağır çantayı atıyor Arnavut kaldırımlarına. Pıs pıs pıs. İki kocaman göz. Ok kirpikleri. Yanına bi alan bırakıyor. Oraya demek istedikleri. “THIS IS OUR WORLD!”

Gökkuşağından renkleri pıs pıslıyor. Sıktıkça ferahlıyor. Z kuşağı onun için alfabenin son harfinden başka bir şey değil. Kendini öyle görüyor. En sonda.

Sokağın başında bir çift ışık, bir siren. İrkiliyor. Boyaları atıyor çantaya. Bir iki tanesi yuvarlanıp gidiyor çöp konteynırının altına. Hadi durma, koş sokağın öbür başına.

Orası da aydınlanıyor farlar ve çakarla. Kafadan bir hesap, aranacak birkaç numara. İçinde yankılanan replik sanki bir fıkra:

“Konuşmama hakkına sahipsin!”   

Deniz Köker

Değilmiş

“Değilmiş. Sandığım gibi değilmiş. Bildiğimi sandıklarım doğru değilmiş. Yanılabilirmiş insan. Susup kalabilirmiş. Duyduklarını kabul edip yaşayıp gidenmiş insan. Sabah yeni bir güne uyanırken hiçbir şeyin yeni olmadığını düşünebilirmiş. Hayat böyle bişeymiş.”

Günün kelimesi: değilmiş