domates soslu bir sabah.

Bu sabah yemek yaparken, domates sosu kavanozunu bıçakla açmaya çalıştım ve bıçak kaydı işaret parmağımı kesiverdi. Neyi işaret eden o parmağı cezalandırdım ki ben. Yok canım, öyle değildir. Her şey ödül ve ceza mı yani? Olasılıklar, rastlantılar yok mu hayatta yani?

Neyse planlarım vardı sabaha dair. Ortalığı Sebastian’a süpürtecek (robot süpürgenin adı olur kendisi), sahile gidecektim. Önce oturdum kaldım. Sonra eğer oturup çıkmazsam, iyi hissetmeyeceğim gibi geldi. Yapıştırdım yara bandını, çıktım geldim sahile. Önüme açtım bir sayfa, yeni öykü yükleniyor. Bazı projeler var kafamda ayrıca. Bir şey soracağım, siz kafanızdaki projeleri birine anlatınca yapmama eğilimine giriyor musunuz? Var mı öyle bir şey? Birileriyle paylaşmak istiyorum, paylaşınca da gazı kaçıyor gibi geliyor. Bilmiyorum ki, bu sabah da böyle.

Zorunda mıyım?

pinterest

Bir yere gitmek, gitmemek, bir davete icabet etmek, birini kırmak, ya da kırmamak değil bu sefer bahsettiğim. İnsanı dürten, bir şeyi başarma duygusu. Zorunda mısın, hiçbir şey yapmasan ne olur ki… Dursan biraz, seni hayranlığa sürükleyen gökyüzünün güzelliği, ağacın yeşili, kedinin mükemmelliği niye yetmesin? Zorunda mısın? Bunu kendimize hatırlatmak lazım arada.

Midsummer night

Norveç’te geçiyor hikayemiz. Bir yaz dönümü kutlamasında (ki bu ne güzel bir gelenek, yazın gelişini kutlamak) aile bir araya gelir. Masanın etrafındaki her kişinin, paylaşamadığı, aşmaya çalıştığı sorunlar, sırlar vardır. Tek tek öğrenir ve empati kurarız.

65 yaşında özgürlüğünü sorgulayan, kalan ömrünü özgür geçirmek isteyen bir kadın. Evlenmek üzereyken özgüven problemi yaşadığından bir hata yaparak sevdiği adamı aldatan kadın. Bu kadının aldattığı adam. Ablasının hayatına hep özenen bir kız kardeş. Hayaller, hayatlar… Benim hoşuma gitti.

Baby Reindeer

Bugünlerde pek popüler bir dizi var izlediniz mi? Çok çarpıcı, bam diye çarpıveriyor.

Özdeğer problemi yaşayan adamın, karşısındaki potansiyel takıntılı kadına ufak bir jest yapışıyla başlar her şey. Ufacık jestlerle, kadının iyi hissetmesi için yaptığı şeylerin sonunda aynı posterdeki gibi bunun tutsağı olur. Çok katmanlı bir öykü. Sadece bir sapık hikayesi değil. İnsanların temel dürtüleri, niye ne kadar izin verdiği çok güzel işlenmiş. Martha’nın mahkeme konuşması, stand up konuşması, dizinin sonlarına doğru motivasyon sağlayabilmek için Martha’nın iltifatlarını açıp dinlemesi… Gerçekten çarpıcı.

“Gölgeler üst üste gelince daha mı koyu olur?”

Sade, ama sapsade bir hayat nasıl yaşanır? Dahası bununla mutlu olunur? Filmimizin kahramanı, Tokyo’da tuvalet temizleyerek yaşamını sağlayan, sadece bir döşek, bir gece lambası ve kitabı olan bir yatak odasında uyuyup, sabaha gülümseyerek uyanan bilge tadında biri. Öyle ki, filmin üç yerinde verdiği tepkiler olmasa ermiş diyeceğiz nerdeyse. ilki, kendisiyle görüşmeyen, onu küçümseyen kız kardeşine sarılırken gözlerinin dolması, ikincisi aniden işi bırakan iş arkadaşının işlerini de üstlenmesi gerekince hafiften sinirlenmesi, üçüncü olarak da bir konuda moralinin bozulup gidip sigara ve bira alıp sahilde içmesi. Üç yerde insani tepki veriyor. Onun dışında hayatını seviyor. Olduğu haliyle. Tam bir Amor Fati. Nietzsche’nin sık sık bahsettiği Amor Fati, kaderini sevmek demek. Ya da hayatını… Kahramanımız film boyunca öyle güzel çiziyor ki, hiçbir ekstra hareket yok, kalkmak , uyanmak, ağaçlara bakmak, kasetlerden güzel müzikler dinleyerek işine gitmek…

Bir yerde duymuştum, anlam arayışı egodandır, önemli olan hayatta kalmaktır. Aslında, anlam belki hayatta kalırken rastladığın güzel anlardır.

Çok güzel ve kendi başlı başına hayat felsefesi gibi film. Oyuncusu Cannes’da en iyi erkek oyuncu ödülünü almış zaten. Hak etmiş.Başlıkta yazan cümle de filmin bir yerinde geçiyor. O kadarını da söylememeyim. ; )

Bi çöp torbası üzerinden

Bir gün, sadece bir gün çöpü dökmediğin zaman çöp torbası acayip ağır bir hale geliyor. Kokusu mokusu ayrı. Torba kocaman oldu mu, orasından burasından yırtılmaya başlıyor. Sonra dökmeye gelince, bizim her katta olan bir çöp odamız var, dar bir borudan atman gereken torba sığmamaya başlıyor, orasından burasından itiştiriyorsun, sokmaya çalışıyorsun. Çok daha zahmetli bir hale geliyor. Şimdi bu somut bilgiyi, hayatının manevi alanlarına al uygula. Hiçbir şey biriktirmeyin, günü gününe atın gitsin.

Günlük lakırdılar

Kızım: Günaydın

Ben: Günaydın canım

K: Benim diziyi açabilir miyim?

B: Ama görüyorsun, şu an ben bir şey seyrediyorum.

K: Televizyon hep sende ama, açayım.

B:Bİraz empati yapar mısın, hiç öyle değil, akşam maç açık hep, gündüz de senin dizin. Ben de seninle birlikte seçtiğin şeyi seyrediyorum. (Bu arada televizyonun ender açıldığı saatlerden bahsediyoruz ve evde olduğumuz saatlerden) Şu bölüm bitene kadar bekleyebilirsin.

………..

B: Hadi al bitti aç…

K:Açmayacağım artık.

B: Bi sarılabilir miyiz?

K: Benim dizimi açabilir miyiz?

B:Hadi açalım.

Peride Celal, Kurtlar

Ben eskitmedim can kitabımı. Nadir kitap’tan bulabildim. Kapkalın, o yüzden epey vakit geçirdik beraber. Bir yazarın bunalımı, arayışları, hiç unutamadığı aşkları, pişmanlıkları, bazen kaçışları, yazmayı bahane edişleri… Öyle her sayfada, her cümlede geçiyor ki, bu iç sıkışması. Sayfalarca yazmış, deli gibi olaylar silsilesi yok. Duygular var daha çok. Savrulmuşluklar, alkole sığınışlar… Peride Celal’i geç tanıdım. Ve şaşkınım. Yıllar ötesinde, o kadar çağdaş ki…

Küçük Hoca karakterinin ağzından şunu duyuyoruz romanda: “Nasıl yazılırsa yazılsın içinde kalıcı bir düşünce geçmedikçe doyuru değildir benim için.”

Fransız romancı Giono’dan alıntı yapmış sonra: “Romanın, bir şeyleri saptamak için yazılmayacağı kanısındayım. Roman bir düşünceyi savunmaz, yalnızca insanın hikayesini anlatır. Bana gelince, bilmiyorum, gerçekten neden yazdığımı bilmiyorum.”

Meselesi yazarak kendini ifade etmek romandaki kahramanın ki, bu da kendisi Feridun Andaç’tan dinlediğim kadarıyla. Buram buram bir iç sıkıntısı ve bunalım daha gerçek nasıl verilebilirdi, pes.

Yolda…

Yürüyordum, karşıdan sarı çiçeklerden toplamış küçük bir kız çocuğu geldi. Mutluydu. Bir zamanlar çiçek toplamanın ne zevkli bir şey olduğunu düşündüm, beni çocukken ne mutlu ederdi. Sonra büyüdüm ve kopartmanın ona zarar vermek olduğunu öğrendim. Çiçek kopartmıyorum artık. Ama koparılan maydonozları yiyorsun. Evet ama en azından o bir amaca hizmet ediyor. Öylesine hoyratça hayattan koparılmıyor. Ne masumdu oysa kırlarda çiçek toplamak… Masum çağ geçtikçe farkındalık artıyor ve daha masum olmaya yönlendiriyor acaba?

#yürümeninfelsefesi

Bu nasıl sevgi…

Benim minik kızım kısırlaştırma operasyonu geçirdi geçen gün. Nasıl bir sevgi, nasıl bir şefkat tahtına kurulmuş kalbimde. Stres yaşadım, üzüldüm, içim acıdı. Önemli bir sorun olmamasına rağmen. Şimdi de, yarasını yalamasın diye boyunlukla geziyor. Çok direndim ama onun sağlığı için yapılması gerekiyormuş. Allah hepsine uzun, kolay, bizlerle bir ömür versin. Çok seviliyorlar çok.